top of page

Canım Rakibim

“…NBA finalinin ilk maçında Miami’nin yıldızı çok yüksek sayılara ulaştı. Takımda normalde kendisine ait olmayan ana skorer olma rolünü üstlendi” diye anlatıyordu yorumcular. Serinin ikinci maçındaysa aynı oyuncu ilk maçın yarısı kadar bile basket atamadı çünkü rakip önlem almıştı: Feyk atmak için yaptığı hareketlerin hemen hiçbirinde zıplamadılar, önce rakibin zıplamasını beklediler ve çok daha etkili bir savunma yaptılar!


Rakibe göre oynamak işte bu kadar basit. Aslında kazanmak için çok fazla bir şey gerekmiyor çünkü sadece rakipten bir fazlasını yapmak, bir “tık” daha iyi olmak yetiyor.

Maçlar iki gün arayla oynanıyor ve takımlar bu süreyi birbirlerini analiz ederek geçiriyorlar. Hangi oyuncuya karşı nasıl önlem alınacak, hücumda hangi taktikler uygulanacak… Sonunda çok basit talimatlarla etkili sonuçlar alınıyor “zıplamakta acele etmeyin, bakın %90 feyk atıyor!” diyor coach, böylece rakibin attığı sayılara engel olunuyor. Akıllı telefonlardaki kamera sayısının üçe çıkması, bankaların EFT/havale ücretini düşürmesi, süpermarketlerdeki müşteri kartlarının yalnızca telefon numarasıyla çalışabilmesi de rakibe göre oynamanın birer örneği. Çünkü hepsini önce bir firma başlattı ve geri kalanların hemen hepsi aynı şeyi yaptı… Ama ne zaman?


Normal sezonda takımlar çok fazla maç oynuyorlar ve rakiplerine özel bir hazırlık yapacak zamanları olmuyor. Dolayısıyla kendi oyunlarını en iyi şekilde oynamaya odaklanıyorlar. Tıpkı ürünleri veya hizmetleriyle ilgili yol haritalarını en iyi şekilde sahaya yansıtmaya çalışan şirketler gibi. Buradaki kilit sözcük “en iyi uygulama”. Yani rota belirlenmiş, hedefler çizilmiş ve geriye bunu en iyi şekilde sahaya yansıtmak kalıyor. Tüm yöneticiler ve ekipler uygulamaya odaklanıyorlar. Oysa play-off serisinde turu geçebilmek için 4 maç kazanmak gerekiyor, yani rakibinizi 4 defa mağlup etmeniz. En az 2 hafta ve ortalama 5-6 maç boyunca hep aynı rakiple karşılaşıyorsunuz: Oyuncular birbirini ezberliyor, coach’lar da sürekli taktik geliştiriyorlar. Rekabet seviyesi inanılmaz ölçüde yükseliyor ve sahada da kan gövdeyi götürüyor çünkü artık bire birde rakibine üstünlük sağlayabilmek hayati önemde!..


Piyasaların play-off maçları da bence “pazar payı” seviyesinde gerçekleşiyor. Örneğin hızlı tüketim mallarını ve büyük bir süpermarket rafını düşünelim: Bu rafta pazar payı %65 olan lider bir ürün, arkasından gelen %20 seviyesinde ikinci ürün ve %8 ile %7 payları olan 3 ve 4 no’lu ürünler olsun. Liderin gözü muhtemelen yalnızca ikincide olacaktır; aradaki fark da lidere “kendi oyununu” oynamaya devam etme mesajı vermektedir. Doğru yapıyorsun aynen devam et…  Ama örneğin %7 pazar payı olan ürün büyük bir atılım yapar da yukarı tırmanmaya başlar ve tüm dengeleri alt üst ederse, işte o zaman “play-off” başlar ve lider de bu rakibe göre oyununu değiştirir: Özel önlemler alarak kampanya yapar, ürün çeşitlendirir, sadakat programını canlandırır, hatta belki fiyatını bile revize eder!


Miami final serisinde bambaşka bir takıma dönüştü, adeta normal sezondaki takım gitti, yerine ağabeyleri geldi! Oyuncular da, takım oyunu da bambaşka bir seviyeye ulaştı.


Kararlılıkları, cesaretleri, kazanma arzuları yüzlerinden okunuyor ve kaybettikleri maçlarda dahi şöhretli rakipleri Los Angeles Lakers’a nefes aldırmıyorlar!!! Ve bunu rakiplerine borçlular.

İşte bu nedenle “Canım Rakibim” diyorum çünkü takımları da, bireysel anlamda oyuncuları da yukarı çeken şey rekabet. En iyisini yapmaya, hatta kendimizi aşmaya bizi götüren yolda mutlaka rekabet var. Bu sayede işimizi dünya çapında yapar hâle geliyor veya bir süre önce hiç hayal edemeyeceğimiz kadar geniş kitlelere ulaşıyoruz.


“Rakip” dendiğinde, alışılagelmiş şekilde bunu herhâlde en iyi bilek güreşiyle görselleştiririz… Ama acaba artık aklımıza, bir iple birbirine bağlı şekilde tırmanış yapan dağcılar mı gelmeli? Birbirini yukarı çeken, zirveye doğru birlikte ilerleyen…

コメント


bottom of page